Din ve Felsefe, belki cogu insan icin iki farkli düsünce alanini cagristirir ve aralarinda genellikle bir tür sinir savasi oldugu düsünülür. Bununla birlikte onlari, insanin dünyaya dair his ve inanclarinin ifadesinin birbirini takip eden iki asamasi olarak düsünmek de mümkündür. Bu kitabin basligi, dikkatimizin Bati zihninin tarihinde birinden digerine gecisi isaret eden o döneme odaklanacagini ima eder.
En erken akilci nazariyat ile onun arkasinda yatan din temsil arasinda gercek bir süreklilik vardir; ve bu sadece unsurlarin popüler inancin Tanrilari ile alegorik denkligi gibi yüzeysel benzerlikler meselesi degildir. Felsefe, akilci düsüncenin hareketlerini sinirlamaya ve onun ana yönlerini belirlemeye devam eden bazi büyük tasavvurlari dinden miras almistir. Din kendisini siirsel simgeler ve mitsel kisilikler üzerinden ifade eder. Felsefe kuru soyutlama dilini tercih eder ve töz, neden, madde vesaireden söz eder. Fakat dissal fark, ayni bilincin birbirini izleyen bu iki ürünü arasindaki icsel ve tözsel yakinligi gizler. Felsefede acik bir tanim ve kesin ifadeye ulasan düsünce bicimleri, mitolojinin akil yürütmeyle gelistirilmemis sezgilerinde zaten zimni olarak mevcuttu.